Güzel sözdür:

“Servetimi kaybettim, az şeyimi kaybettim.
Şerefimi kaybettim, çok şeyimi kaybettim.
Ümidimi kaybettim, herşeyimi kaybettim.”

Yitirilen servet, sıfırdan başlanılarak yeniden kazanılabilir; şerefini kaybeden bir insan da yaptığı olumlu işlerle çok zor da olsa yeniden saygınlığına kavuşabilir. Ama “ümit” öyle mi ya! Ümidini yitiren herşeyini yitirmiş demektir. Hayata küser, yaşamak istemez insan. Gençlerimiz ne de çabuk ümitsizliğe kapılıveriyorlar. Birkaç defa girdikleri üniversite sınavında başarısız olan bir genç, bunalıma giriyor, hayatı kararıyor. Oysa üniversiteyi kazanamamak dünyanın sonu değil ki! Bugün üniversite mezunu birçok gencimiz işsiz dolaşırken, Tanrı’nın “Yürü ya kulum!” dediği, diplomasız nice başarılı iş adamlarımız yok mudur?

İnsanın başına yaşamını alt üst eden olumsuz olaylar gelmiş olabilir, yeter ki yüreğinde azıcık da olsa bir ümit ışığı olsun. Şarkılarda söylendiği gibi, “Dünyada ölümden başkası yalan.” Ölüm de bir doğa kanunu oysa… Nedense, bazen kabullenemiyoruz. Ben de 1994 yılında bu duyguyu yaşadım. Çok sevdiğim eşimi ve aslan gibi oğlumu, aynı zamanda kaybettiğimde dünyam başıma yıkıldı sandım. Zaman zaman onlarla birlikte çekip gidivermeyi düşündüm. Teselliyi sigarada aradım. Günde bir iki tane içtiğim sigara, bir pakete, arkasından iki ve nihayet üç pakete çıktı. Uykusuz gecelerimde, insanlığın en büyük düşmanı, benim en sadık dostum olmuştu. Nefes alamaz olmuştum. Bu bir intihar mıydı? Yaşamanın bir anlamı yoktu ki! Taaa… ki o güne kadar… O gün, arkadaşlarımla bir çay bahçesinde otururken, bir flaşın patladığını duyumsadım. Dostlarımdan biri fotoğrafımı çekmişti. Gülüşmeler arasında ellerime baktım. Her iki elimde de yanar halde iki sigara duruyordu. Ayırdına varmadan bir sağ, bir de sol elimdekini içiyormuşum. Ne olmuştu bana? Aklımı mı yitiriyordum? O an; “Tamam. Bu iş burada biter. Şu andan sonra sigarayı bırakıyorum” dedim. Alkışlar arasında her iki sigaramı da söndürdüm. Söz vermek kolaydı ama, ya tutmak? Bir psikoloğun yardımını mı almalıydım. “Hayır! Hayır! Bu işi kendim başarmalıyım. Güçlüyüm! Güçlüyüm! Başaracağım.” dedim. Eşini kaybeden yalnız ben miydim? Sınırlarda, mayınların paramparça ettiği körpecik fidanların anaları yok muydu? Öğrencilerine, hayatta güçlü olmaları için nutuklar atan öğretmen ben miydim?

Önce, sahip olduğum artıları önüme yığdım: Sağlıklıydım. Uzakta da olsa bir oğlum daha vardı. Yitirdiğim oğlum da dünyanın bir ucunda, yaban ellerinde iki minik yavru bırakmıştı. Nihayet, beni çok sevdiklerine inandığım, iyi kötü günlerimde daima yanımda olan geçrek dostlarım vardı. Yaşamam için bunlar yeterli değil miydi?

Sonra kendimi oyalayacak şeyler aradım. 30 yıllık öğretmenlik yaşantımda ilginç anılarım, birikimlerim vardı. Gazete ve dergilere yazılar yazdım. Olumlu eleştiriler alınca kendime güvenim arttı. Seyahatlere çıktım, yeni yerler görüp yeni insanlar tanıdım. Torunlarımı görmeye gittim. Onlara Türkçe öğrettim. Penceremdeki çiçeklerin tomurcuklanıp açmalarını izledim. Kendimce şiirler karaladım:

“… Alın üstümden, çekin karanlıkları,
Kimse görmesin gözyaşlarımı.
Yağdırın bereketli yağmurlarımı;
Yeniden yeşerteceğim umutlarımı.
Bozmayın! Ne olur bozmayı rüyamı,
Baştan yaratacağım, bütün acılara inat,
“Pembe Dünya”mı…” dedim.

Pembe Dünya’mı yaratabildim mi bilmem. Ama ilerlemiş yaşıma rağmen bugün, olabildiğince mutluyum. Torunlarım “Babaanneciğim!” deyip boynuma sarıldıkça, onlarda yitirdiğim oğlumun sevgisini ve kokusunu duyumsamak, bana dünyaları veriyor. O günden sonra sigarayı ağzıma koymadım. Paketimde kalan tek sigaramı da bir ümit ışığı olarak hala saklarım.

(Yeni Haber 7 Kasım 2007)